Siyasi iktidar, AB’ye tam üye olmayı öncelikli bir siyasi hedef olarak ilan etmek ve Birliğin normlarına göre reformları yapmak suretiyle, bir taraftan Türkiye’de geniş bir aydın çevrenin, diğer yandan da Batı dünyasını, çağdaş bir toplum yapısını ve çoğulcu, katılımcı bir demokratik sistemi samimi bir şekilde benimsediğine inandırmıştır.
Batı dünyası bir süre siyasi iktidarı, İslami değerlerle demokrasiyi bağdaştıran ve gevşek bir laiklik ortamı uygulayan bir sentezin yaratıcısı görmüştür. Siyasi iktidarın 2007 Genel Milletvekili Seçimlerinde kazandığı güçle, Türkiye’nin kimliğini radikal İslamcı kimliğe, dinci ve mezhepçi eksenli bir yapıya dönüştürmeye başlaması ile demokrasiden suratle uzaklaşması, Batı dünyasını ciddi bir şekilde tedirgin etmiştir. Dış politikamızı batı ile bağlarından uzaklaştırarak, mezhep kavgalarının bir iç savaşa dönüştüğü Ortadoğu’ya yönlendirilmesi, radikal İslamcı örgütlere yaklaşması ve mezhepçi yaklaşımı, başta Irak olmak üzere Suriye ve Mısır olmak üzere ülkemizi düşmanlık ölçüsünde bir duruma getirirken, AB ve ABD ile de Cumhuriyet sürecinde özenle üzerinde durduğumuz hassas dengeli bir dış politika ya da tehlikeli bir çıkmaza sokmuştur. Hatta ABD, siyasi iktidarının bu dış politika yöneliş ve hedeflerini çok şiddetli bir şekilde kınamıştır. Hiçbir Türk Hükümeti, ABD’nin bu kadar sert kınamasına, diplomasiye uymayan uyarısına muhatap almadığı gibi, AB’nin de bu denli ikazları ile karşılaşmamıştır. Siyasi iktidarın, AB’nin taleplerini yerine büyük ölçüde getirdikten sonra ondan uzaklaşması, Ortadoğu’da dinci ve belirli mezhepçi yaklaşımını Türkiye’nin mezhepsel-kültürel dokusunda çözülme oluştururken, diğer yandan da ABD güdümünde olan İslam ülkelerinin de Türkiye’den uzaklaşmasına neden olmuş, ülkemizi yalnızlaştırmıştır. AB’yi dinci ideolojik ve siyasi amacı için bir araç olarak kullanma, Türkiye’ye çok ağır sonuçlar getirmiştir. Türkiye’nin, AB’ne tam üye olma hevesi; özellikle AKP iktidarında, üniter ve milli devlet yapımızı, milli kültürümüzü, muhafazakâr yapımızı, sosyal bütünlüğümüzü, milli ekonomimizi ve güvenliğimizi tehlikeye sokmuş, bağımsızlığımızı ve egemenliğimizi küresel çıkarlara uygun hale getirmiştir. AB ile imzalanan 11 temel belge ve çıkarılan uyum yasaları, sosyolojik ve kültürel çözülmeyi, siyasi kırılmayı oluşturmuştur. AB Anayasası’nı daha kendi üyelerinin çoğunluğu imzalamamış iken, 29 Ekim 2004 tarihide Roma’ da Müslüman Türk düşmanı 11. Papa İnnocenzio’nun heykeli altında, başbakan R.T. Erdoğan ve Dış İşleri Bakanı A.Gül tarafından imzalanarak egemenliğimiz AB ‘ne devredilmiştir. AB ülkelerinin devlet ve hükümet başkanları ve AB yetkilileri, AB’nin ortak kimliğinin Hristiyanlık olduğunu, yani AB’nin bir Hristiyan birlik olduğunu ifade ederek; Türkiye’nin AB’ye tam üye olabilmesi için İslami değerlerin Hristiyan değerlerine uyum sağlamasını şart koşmaktadırlar. 17 Aralık 2004 tarihinde AB- Türkiye arasında imzalanan “nihai belge” ile 3 Ekim 2005 tarihide imzalanan “Müzakere Çerçeve Belgesi” Lozan’ın temel ilkelerini zayıflatmış ve tartışmaya açmış, Sevr’e giden yolu oluşturmuştur. Ülkemizi özerk bölgelere, federe bir yapıya çevirecek alt yapıya zemin hazırlamıştır. Uyum yasaları çerçevesinde Anayasanın 90. maddesi değiştirilerek Avrupa Hukuku iç hukukumuzun üzerine geçmiştir. 7 Mayıs 2004 tarihli 5170 sayılı yasayla Türk vatandaşlarını Uluslar arası Ceza Mahkemesinde yargılama hakkını vermiştir. Uyum yasaları çerçevesinde Türkiye’nin daha önce yapmış olduğu uluslar arası anlaşmalar, AB’nin yapmış olduğu uluslar arası anlaşmalar karşısında yeterliliğini kaybetmiştir. Bu şekilde Lozan Anlaşmasının tartışılır hale gelmesine sebep olmuştur. 19 Temmuz 2003 tarihinde 4916 sayılı yasayla vatan topraklarının satışına ve sınırsız sayıda kilisenin açılmasına ve faaliyetlerine imkân sağlamıştır. Merkez Parti olarak biz din ve vicdan özgürlüğüne, gerektiği yerde gerektiği kadar ibadethane açılmasına karşı değiliz. Ancak, kilise ve kilise evlerinin, kendi dinsel faaliyetlerinin dışına çıkarak, milli varlıklarımızı, milli kültürümüzü ortadan kaldırmaya yönelik birer Hristiyan misyoner merkezi olmasına da göz yumamayız. Yine çıkarılan uyum yasaları çerçevesinde, dernekler yasası, vakıflar yasası gibi yasalarla, yetimhanelerdeki çocuklarımızın Hristiyan aileler tarafından evlat edinmelerinin yolu açılmış, eski ceza yasasında yasak olan fuhuş, yeni caza yasasının 77. Maddesi ile suç olmaktan çıkarılmıştır. Kamuoyunda ikiz yasalar-ihanet yasaları- olarak ifade edilen “Medeni ve Kültürel Haklar Yasası” ile “Ekonomik ve Siyasal Haklar Yasası” çıkartılarak, etnik farklılıkların kendi kaderlerini tayin yani ülkeden ayrılma veya özel bölge veya federe yapı isteme haklarının önünü açmışlardır. Ayrıca, bu yasayla etnik farklılık olan bölgelerdeki yeraltı ve yer üstü zenginliklerin, o etnik gruba ait olduğuna imkan vermiştir. AB ülkelerinin pek çoğunun etnik ve kültürel farklılıkları gibi nedenlerle Türkiye’yi tam üye yapmama ve hatta “özel statü” verme politikaları artık tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. 12 Eylül 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması ile o zaman AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) şimdi AB ile Türkiye’nin bütünleşmesi ön görülmüştü. O tarihten itibaren geçen 50 yıl içinde, sayıları 6’dan 28’e çıkan Avrupa Birliği (AB)’nin Kopenhag ve Maastricht kriterleri gibi başlangıçtan bu tarafa talepleri yerine getirilmiş olmalarına rağmen Türkiye tam üye yapılmamaktadır. Hatta tam üye olmadan hiçbir AB üyesinin imzalamadığı Gümrük Andlaşması’nı imzalayan, tek taraflı olarak diğer taahhütleri yerine getiren Türkiye; 35 başlıktan ibaret tam üyelik müzakerelerinin 2005 yılında başlamış olmasına rağmen hiçbir ilerleme sağlayamamıştır. Oysa Türkiye ile aynı tarihte (2005’te) tam üyelik için AB ile müzakerelere başlayan Hırvatistan, Temmuz 2013’te törenle AB’ye tam üye olmuştur. Böyle bir durumun ortaya çıkmasında kuşkusuz her iki tarafında takındığı tavır vardır. AB içinde özellikle Almanya, Fransa, Kıbrıs Rum Kesimi ve Yunanistan Türkiye’nin tam üyeliğine karşıdırlar. Türkiye 2003 yılında siyasal iktidar değişimi ile çok ateşli olarak AB’ye tam üye olma atağına girmiş; yukarıda da kısmen belirtildiği gibi, Türk millet kimliğini, Anayasa’nın değişmez dört maddesini, İslami değerleri, üniter ulus devletimizi çok büyük ölçüde yıpratan AB dayatmalarını yasalaştırmıştır. AB Türkiye’ye PKK ile mücadelede destek vermiyor. Tam tersi olarak Avrupa Parlamentosu, AB Kurumları ve Avrupa Parlamentoları PKK’ya destek vermektedir. AB’de üstelenmiş olan PKK basın- yayın kurumları PKK’ya propaganda desteği veriyor, şifreli talimatlar gönderiyor. İnterpol tarafından aranan PKK teröristleri Avrupa’da serbestçe dolaşmaktadır.
Merkez Parti iktidarında, bağımsızlığımıza, milli egemenliğimize, ülkemizin bütünlüğüne ve güvenliğine zarar verecek olan AB birliği süreci hemen durdurulacaktır. Yurttaşlarımızın serbest dolaşım hakkını vermeyen bölücülüğe verdiği destekten vazgeçmeyen, Kıbrıs’taki haklarımızı tanımayan AB giriş sürecine son verilecek, AB üye ülkeleriyle tek tek ikili anlaşmalar çerçevesinde ilişkiler kurulacak ve geliştirilecektir. Ya da “Serbest Ekonomik Bölge” anlaşması ele alınacaktır.